SAVAŞIN KÖPEKLERİ
Çalı dikeni gibi sürüklenen hayatımızın içinde,
topraktan kalkan toz misali görünür dertlerimiz vardı. Mimiklerini kaybetmiş
bir suratta, çıkıntıya girmiş bir toz parçası.
Şimdi terkedilmiş bir kentin sokaklarında evsiz
köpek gibi geziyorum. Korkum, bir insana denk gelmek. Yitenler, geride bir
yıkım bırakırlar genelde. Yerine göre harabe bir ev, yerine göre askıda bir
hırka, bir soğuk deri terlik. Dilsiz zamanların şairleri toplanır kent için bir
ağıt yazar sonra. Ve sonra bir yıkım, bir hırka, bir terlik.
Kentlerimizin
üstü başı barut kokuyor şimdi, uzak iklimlere göç etmiş insanlardan geriye boş
havanların paslı kokusu, namlusu sıkışmış bir mavzerin yanığı, 12-13 numara bir
çift pabuç. Arnavut kaldırımlı yollara dökülen Zalmah’ın evi. Az ileride de
sınırdan getirilen Türk bisküvilerini satan bakkal Mhadi’nin dükkanı. Yerle bir
hepsi. Gittikleri ülkede yabancı, kendi yerlerinde yurtsuz. Ve ben sokaklarda
evsiz bir köpek gibi gezmekteyim hala.
Savaşın üstünden 5 yıl geçti. Kimse geri
dönmedi. Hoş, geri dönselerdi, içine girebilecek bir evleri bile yoktu.
Guarnica tablosunun gerçeğini yaşıyorduk. 4 yıl savaş, yüzbinlerce sürgün,
onbinlerce ölü. Coğrafya kaderdir diyen bilgenin Tanrısı ile işimiz var. Zira
bu coğrafyada bize kalan, yalnız ve yalnız su katılmamış ölümlerdi. Şimdi,
ölecek kişinin kalkacağı bir cami, salasını verecek bir müezzin bile yok. O
yüzden, ölecek kimse de yok, benden başka.
Savaştan önce, küçük bir atölyede Suriye Bıçağı
yapıyordum. Kallavi müşterilerim vardı. Tebriz’den getirttiğim sedeflerle
işlenmiş bıçakları küçük bir atölyede yaratır, Şam Pazarına toptan satışa
gönderirdim. Çok daha önce Bingazi’ye gönderiyordum. Savaş başlayınca
Trablus’ta, Bingazi’ye de ulaşımım kesilmişti. Haliyle geriye tüm ümidim, Türkiye
sınırı ve Suriye iç pazarı kalmıştı. Seyyad usta, 40 yıldır Suriye bıçağı yapan
ve bu mesleği hakkıyla veren bir ustaydı. Bir Cuma tatilinde yanıma gelip,
artık bu işi yapmayacağını söyledi. Gerekçesi, savaştan tedirgin olmasıydı.
Biraz düşün yine gel dedim. Öyle yaptı. Bir sonraki hafta, Cuma çıkışı
kahvelerimizi içerken sokuldu yanıma:
-Meşal, bu işi yapmayalım. Ben artık
yapamayacağım.
Sustum, babamın dostuydu Seyyad Usta. Babam
ellerinde can vermişti mayın tarlasında. Sustuğumu görünce, iki elinin baş ve
işaret parmakları arasındaki kağıda döktüğü tütünü sararak içlendi:
-Meşal, bu savaş bitecek bir savaş değil.
Herkes gidecek. Ve biz bıçaklarımızı halkın bağrından toplayacağız. Kalplerinin
üzerine dikine saplanmış, gümüş dövmeli ve sedef işlemeli bıçaklarımız.
Bırakalım bu işi, ben veballe yaşayamam.
Güneş, çattığım kaşlarımın arasından gözlerimi
yakıyordu. Ve sarı sıcak teri dökülüyordu alnımın yanından:
-Kimse bir yere gitmiyor Seyyad Usta. Satışlar
arttı, yüklü siparişlerimiz var. Bu ülkede savaş yok, savaş olsa bu kadar para
olmazdı. O yüzden, imalata devam baba dostum.
-Yanılıyorsun evlat, baban gibi gözün
kararıyor. Bıçağın satışına bakıyorsun, bakman gereken şey bir soru. Bir
sorunun cevabı. Bu kadar bıçak üretiyoruz, bu bıçakları kim ne için kullanacak?
Bu soruyu sorduğun ve cevapladığın anda hakikatle yüzleşeceksin. Yoksa baban
gibi..
-Babam gibi ne Seyyad Usta. Ölür müyüm?
Ellerinde mi taşırsın beni? Katırları da mı vurdurursun? Babam gibi ne ha? O
sana hep güvendi, sen..
-Ben ona hiç ihanet etmedim. Rakka’dan 45 yıl
önce Hama’ya, buraya geldiğimde bir tek baban bana ekmek verdi. O açtı
kapısını. Son nefesine kadar yanındaydım babanın. Allah’ın laneti o güne olsun
ki ben gitmeyelim dedim. Gideceğiz dedi, senin gibi inatlaştı benimle. Dediğini
yaptı. Giderken, bu yol ölüm yoludur dedim, helalleşip sarıldık. Arş-ı ala’ya
kavilleştik sonra. Düştük yola. Bir gecede 5 kilometre yol yürüdük, tepemizde
kamerin ışığı. Başka da bir şey yok. O tarlaya girdi, katırlar kişnedi ama o
girdi. Öleceğini bile bile girdi. Kaldırdığı adıma ayağımı koydum, önünden
gitmedim. Sonrasını zaten biliyorsun işte. Büyüdün, işin de büyüdü. Hırsın da.
Ama memleket gitti Meşal, senin bıçağın memleketi kurtarmayacak. Aksine,
ölümlerin tanığı olacak. Bu haramdır oğul.
- Kes be, nasihat dinlemeye vaktim yok artık.
Öleceksek hep birlikte öleceğiz.
-Yok, ben ölürüm ama sana bu hırsla, bu kinle
bir şey olmaz.
Öyle de oldu, bir sabah Seyyad ustanın boğazını
kestiler Allah diyerek. Koynunda kendisinin ürettiği bıçak vardı. Lanetlenmiştim.
Buna inanıyordum. O kavgadan sonra, Seyyad Usta bıraktı işi. Baba dostudur
diyerek, evini baştan ayağı yaptık. Her ay da nafaka yolladık. İki yıl sonrabir
sabah, kendilerine İslam Devleti Mücahitleri diyenler, boğazını kesti. Çünkü,
cihada katılmak yerine, rejimin yanında durmayı seçti. Ve sonra katliamlar
başladı. Gözünün feri sönmüş meczuplar, Rakka’yı ele geçirip Hama’ya doğru
yürüdü. Taş üstünde taş kalmadı. Onlar roket attı, rejim uçaklardan bomba. Öldü
herkes, kalanlar kaçtı. Bir ben kaldım. Ne gidebildim, ne kalabildim. Öylece,
bir sokak köpeği gibi gezdim sokaklarda. Yıkılan evlerin arasında ölümü
kokladım, çocukların ayakkabılarını, sokak köşelerinde başsız yatan vücutlardan
kendi ürettiğim bıçakları çıkardım. Her çıkarışta, içime saplanan o ince ve
keskin bıçakları. Her seferinde, aynı acıyı tekrar tekrar yaşadım. Bir köpek
gibi kalakaldım sokaklarda.
Cihadçılar geri çekildiğinde, Hama yerle bir
olmuştu. Hiçbir sokağı tanıyamıyordum, sağ kalan birkaç kişi de kaptığı
mikropla öldü. Sokaklar barut kokuyordu.
Vicdan azabı yaşadığın her gün acı çekebilme
kabiliyetinde olmaktır. Ölmeyi başaramadım. İntihar etmeyi de. Acı çekerek bir
gün, özgür bir ülkenin köpeği olmayı düşündüm. İki bisküvi arasına lokum koyup
satmayı. Avare gibi gezdim Hama’da. Seyyad ustanın evinin olduğu yere geldim
bir gün. Yarısı yıkılmış evin karşısında, kendi küçüklüğüme gittim. Babam dökme
demiri dövdürüyordu, Seyyad Usta yanına kadar gelmeme izin vermişti. O ince
ses, kulaklarımda duyuluyordu. Eve girdim neden sonra, duvardaki İran halısını
severdi, yarısından düşmüştü bir tek beton çivisi tutuyordu şimdi. Kocaman
yeşil bir şahmaranlı o halının altında, ne kahveler içilmişti. Ne kahkahalar
atılmıştı. Şimdi her yer yıkık. Yarısına moloz düşmüş sedire oturdum, ilk defa
o zaman ağladım ben. İlk defa çocukluğumu kaybettiğimin idrakına o an da
vardım. İlk defa anladım, babamın öldüğünü. Askıdaki hırkanın soğuk,
terliklerin buz kestiğini ilk defa o zaman anladım. Ellerimi kaldırıp
şahmaranın boynuna uzattım, manasızca. Ve elimle duvarı yumrukladım kalan
yerlerinden. Bilmem kaç defa vurduktan ve avurtlarımdan kan geldikten sonra,
şahmaranın altından bir kutu düştü önüme. Döküm demir bir kutu. Üstünde adım
yazan bir kutu. Aldım, bağdaş kurup oturdum sonra, bir çocukluk hediyesi bulmuş
gibi, menteşelerinden açtım. Lastiklere sarılmış milyonlarca lira. Harcayanı
olmayan bir ülke parası. Ve bir not:
Unutma,
ben öleceğim, sen onu bile başaramayacaksın. Ve bu paralar, senin
gönderdiklerin. Unutma, onları harcayacak tek bir yer bulamayacaksın.
Çünkü sen
bu toprağın laneti, savaşın köpeğisin!
Seyyad

Yorumlar
Yorum Gönder