Gül Bakkaliyesi
İşten çıkmış,
eve doğru gidiyordum. Kulaklık kulağımda, gözüm telefonun ekranında. Önce, ne
var ne yok diye twitter’a baktım. Gündem yine hep siyasi. Hep ölümler. Hep
haberler. Hep öğrenilmiş bir öfke hali. O sırada çaldı telefon. Gündeme öfkemin
arasına, sevdiğim ve evlendiğim kadın Şule girdi. Kulaklıktaki o klik sesli
düğmeye bastım. Efendim hayatım, dedim.
“Canım çıktıysan
eve gelirken ekmek alır mısın bakkaldan. Annemler geliyor.”
Kısa bir derin
nefesle alırım tabi de canım, niye habersiz geliyorlar ki, haber verseydiler
ona göre hazırlık yapardık, dedim.
“Babamın işi
işte, Allah’tan, tavuğu çözdürmüştüm. Pilav yaptım. Bir de çorba yaparım sen
gelene kadar. Hallederiz yani aşkım.”
Böyleydi Şule,
insan kaynakları uzmanı olmanın yanında çok büyük bir kriz yöneticisiydi. Bir
kriz mi çıktı, hiçbir şekilde panik yapmaz, nasıl çözeceğini kafada düşünür,
sonrasında da uygulamaya sokardı. Belki de sırf bu yüzden evlendim onunla.
Hayatımın hep krizler üzerine olduğu düşünüldüğünde, beni yönetecek birine
ihtiyacım kesindi. Haftayı bölmüştük. Pazartesi, Çarşamba, Cuma araba bende
Salı, Perşembe, Cumartesi araba ondaydı. Pazartesileri ona veremezdim, her ne
kadar kriz yöneticisi olsa da bu kentin trafiğine sokup sendromuna sendrom
eklemek istemezdim. O yüzden her dün olduğu gibi bu dün de bendeydi. Bugünse
Şule’de. Hem benden yarım saat önce çıkıyor, on dakikada o kenti allem edip
kullem edip geçip eve geliyordu.
Evlenirken,
bizimkiler şu an kaldığımız daireyi Şule’nin üstüne yaptılar. Hediye olsun
diye. Babam da emekli olup Altınoluk’a yerleşti. Yılda bir kez geliyorlar,
kendilerine Altınoluk’tan bahçeli ev aldıktan sonra, bahçe işlerine verdi. O
evi de annemin üstüne yaptı. Babam, bu dünyanın sahibi kadınlardır, biz sadece
misafirleriz, derdi. Şimdi daha iyi anlıyorum aslında söylediklerini. Kısa
boylu, komünist bıyıklı, kara yağız, ayva göbekli bir adam baktığında. Halbuki
içinde bir derya-ı umman saklar. Kahir ekseriyetin babası gibi.
Şule, evi kendi
üzerine yapılmasının verdiği minnet borcuyla hiçbir şekilde satmayı veya başka
bir yere yerleşmeyi düşünmedi. En azından teklif etmedi bana. Bir gün söylese,
ne tepki vereceğimi de bilmiyorum hani. 29 yılda 4 yıl üniversite, 3 yıl da
şehir dışı işi düşünce 22 yıldır bu evdeyim. 22 yıldır bu mahallede. Herkesin
herkesi tanıdığı sokakta. İşte sol tarafta, Fransa’da mezbaha da çalışıp
Türkiye’de ev yapan Osman Amca’nın evi, hemen şu sağ karşıda sıvalı olan 5
katlı evse Hollanda’da malulen emekli olup gelen Rasim Amca, karşıda ne iş
yaptığını bilmediğim Almanya’dan emekli ve mercedesiyle hava atıyor diye
konuşmadığımız İsmail Bey. Ve Almanya’da döküm atölyesinde 24 yıl çalışıp
emekli olan dedemin diktiği apartman. Hepsi öldü bu isimlerin. Canını dişine
takarak, ağlaya sızlaya gittiler işe. Almanya’nın ne olduğunu ben bunlardan
öğrendim. Tutumluluktan ziyade cimrilikle inşa edilmiş hayatlar. Hepsi köy
çocuğu aslında. Avrupa’nın tamamı Almanya diye geçer bizim burada. Kendi
yoksulluklarını görüp de ona çocuk dünyalarında açtıkları savaşın yaşayan
tanıklarıydılar bir zamana kadar. Her kazandıkları Mark’ta, Gulden’de, Frank’ta
gururla paraya bakardılar. Çoğu da Euro’ya dönünce o devletler, buraya kesin
dönüş yaptılar. Buradaki evler işte Mark’ların, Gulden’lerin, Frank’ların
üzerine inşa oldu.
Şu sokağın
girişindeki bakkalsa, ben gözümü açtığımdan beri var. Gül Bakkaliyesi’di adı.
Gül sokağın Gül Bakkaliyesi. Ben daha bir iki yaşındayken, babam işletirmiş.
Batmış tabi, veresiye defteri yüzünden. Bakkalcılık babama göre bir iş değil.
Sonra Artvinliler almış. Çocukluğumun Gül Bakkaliyesi Artvinliler dönemindeydi.
Türkiye’nin batısına gelen göçe göre bakkalı işletenler de el değiştiriyordu. Ardahanlıların
devri babamla başladı, ardından Artvin’liler aldı. Sonra bir kısa süre Bulgar
muhaciri birine geçti, sokakta hiç Bulgar Muhaciri olmayınca, iş yapamayacağını
anladı. Sonra Ahıskalılar geldi. Rusya dağılınca, ortada kalan Türklerin
hamisiydik neticede. Onlar da geldiler. Gül
Bakkaliyesi artık Ahıskalılarındı. Çocukluğumuz bu sokakta leblebi tozuyla,
cinoyla, açık kurabiyeyle, sulu gözle geçiyordu. Hangi bakkal gelirse gelsin,
bu ürünlerde değişiklik yapılamazdı. Bulgar muhaciri bu yüzden kaybetti.
Bilmediğimiz markalar geliyordu, bilmediğimiz oyuncaklar, bilmediğimiz
yiyecekler. Leblebi tozundan mahrum etti bizi. Bir mahalle bakkalında,
çocukların vazgeçilmezlerini kaldırırsan kaybederdin. Sonuçta evin her şeyini
biz alırdık. Ekmeğini, sütünü, makarnasını, margarinini. Sokak çocukları olarak
bilmeden yaptığımız boykot, işe yaramış ve adam devretmek zorunda kalmıştı.
Şimdiyse bu
Ahıskalı’nın elindeydi Gül Bakkaliyesi. Mahallenin çoğu Ardahan’lı olunca,
dille anlaşmada sorun yaşanmıyordu. Bizimkiler de kaba bir Türkçe konuşuyordu,
bakkal da. Hiç yabancılık çekmedi haliyle. Buna sığınarak da ilk önce, bakkalın
adını değişti. El yazısı boyayla yapılmış Gül Bakkaliyesi tabelası gitmiş,
yerine Gül Market gelmişti. Kimse yadırgamadı bunu. Zaten hiçbir anne de
markete gidip ekmek al demedi hiçbir çocuğa. Bakkala git dediler. Sonra bu yeni
bakkal, markete dönüşümün ilk örneklerini gösterdi. Zam yaptı her şeye. Leblebi
tozu 25 kuruştan 50 kuruşa çıktı. Sulugözü komple kaldırdı. Cino’nun aynı türü daha
ucuz bir markasını bulup getirdi. Onu 50 kuruştan sattı. Gazozların markası
değişti. Fiyatı diğer markalarla aynı kaldı. Ayda bir, babaların maaş aldığı
zaman gittiğimiz büyük ve gerçek markette 75 kuruşa satılan makarnayı 2 liraya
satmaya başladı. Başka makarna getirmedi bakkala. Bir süre, bunun ekmeğini
yedi. Sonra veresiyeyi kesti. Bir mahalle bakkalında yapılmaması gereken şeyi
yaptı. Artık üzerinde mavi keçeli kalemle veresiye defteri yazan o harita metot
defteri yoktu, annelerin koynunda sakladığı o siyah ufak defterde. 20 yıllık
geleneği kaldırdı. Artık her şey nakitti. Mahalleli de madem veresiye
vermiyorsun, gerçek markete gider daha ucuza alırım dedi kendini düşündü. Adam
da aslında kendini düşündü. Geçen baharda üçüncü çocuğu oldu. İkisi ilkokulda, biri memede üç çocukla veresiye
defteri olmazdı. Bakkalın indirdiği tabelasından sonraki en keskin eylemi bir
süre daha devam etti. Ama artık, satışları düştü. Herkes markete koştu.
Şule, telefonla
ekmek al dediğinde çocukluk içgüdüsü belki, fırına falan gitmedim. Bakkal’ın az
ilerisindeki durakta indim otobüsten. Kırk iki çocuk adımıydı bu mesafe.
Büyüyünce yirmi bir adıma düştü. Bakkalın önüne geldim. Ekmek dolabından iki
ekmek aldım, kafamı kaldırmadan içeri girdim, İlimdar bir de yoğurt versene,
dedim. Kafamı kaldırdım, kaldırmaz olaydım.
Tüm raflar
boştu. İşte şu küf tutan duvarın altındaki makarna kısmı boş. Yanındaki adı ilk
defa duyulan çayların dizildiği rafta tek bir tane çay kalmıştı. Altındaki
bisküviler bitmiş, bir tane markanın kutusu içinde dört beş tane çilekli ve
muzlu bisküviler vardı. Margarinleri koyduğu dolap kapalı. Kola dolabı da
fişten çekilmiş. Sigara rafları bomboş. Yoğurt da yok.
Noldu İlimdar,
hayırdır bu ne hal?
Kapatıyoruz
Çetin, artık gitmiyor.
Bu kadardı işte.
Bu sokağa sonradan gelip de sokakla, insanların çocukluklarıyla ortak noktası
olmayan bir insanın verdiği cevap bu kadar olurdu zaten. Gözüm doldu. Leblebi
tozları geldi aklıma, şurada Artvinli İsmail amcayı lafa tutup da çaldığımız
cinolar. Patlayan şekerler. Artist kağıtlarımız. Hatta bilyelerimiz. Hepsi
gidiyordu. Çocukluğumu ortadan kaldırıyordu. Evden bakkala yeşil beş bini
görünce, yirmi sekiz saniyede koştuğum ve bu rekorun bende olduğu Gül
Bakkaliyesi artık tarih oluyordu.
Neden, dedim
sadece. Neden.
“Hepiniz,
markete gittiniz. Üç çocukla ben kaldım burada Çetin. Defter de yok artık.”
Yutkunamadım,
başımı hiç kaldırmasaydım diye tekrar geçirdim içimden.
Komple mi
kapanıyor, devir mi ediyorsun dedim.
“Komple, komple.
Artık Gül Market yok.”
Sağlık olsun ne
diyeyim, diyebildim ve çıktım. Diyemezdim, içime işlemişti. Çocukluğumuzun
tapınağını kapatıyordu işte.
Çıktım, durağın
tam karşısındaki büyük marketten yoğurt aldım, eve geldim.
Montumu çıkarıp,
mutfağa gittim. Şule çorbayı karıştırıyordu. Öptüm, kolay gelsin dedim.
Yüzüme baktı,
bıraktı karıştırıcıyı. Elayla yeşil arası gözlerini gözlerime dikti. Yumuşacık
elleriyle, başımı tuttu. Noldu, hayatım. Ne bu halin, dedi şaşkın şaşkın
bakarak. Cevap veremiyordum. Babamlara mı içerledin yoksa haber vermediler diye
dedi.
Yook! dedim,
sesim titriyordu. Kokusu boynundan, yüzüme doğru süzüyordu. Sımsıkı sarıldım.
İçim titriyordu. Ağlamamam gerekiyordu. Güçlü olmalıydım.
-İlimdar bakkalı
kapatıyor aşkım. Komple kapatıyor hem de, komple. Bir daha bakkal yok.
Anladı Şule. Ne
hissettiğimi anladı. O bakkalın benim için ne demek olduğunu biliyordu. Bir
yanı babamdı, bir yanı çocukluğum.
Kollarıyla
sımsıkı sardı beni, kokusu iyice üzerime sindi. Boynu ağrımasın diye annem
yıllarca kendisinin de kullandığı zeytinyağlı kremden vermişti Şule’ye. O koku,
yıllardır bildiğim o annem kokusu, Şule’nin boynundan geliyordu. Kulağıma
fısıldadı:
-Üzülme, koca
çocuk. Artık büyüme zamanın geldi. Hadi sofrayı hazırla, misafirlerimiz var.
Kafamı salladım,
gümüş çatal bıçak takımıyla o saten bez örtüyü alıp, salona geçtim.
O ceviz masanın
başına.

Yorumlar
Yorum Gönder