Tüketim Toplumunda İdeolojilerin Dinleşmesi Üzerine
de te fabula narratur!
Her çağ, kendinden önceki çağın arkaik öznesine
erişerek gelişir. Bu bir nevi içkin ve aşkın bir dönüşümdür. İçkindir, tezlerin
ele alınmasında dönem koşulları kurgulanır. Aşkındır, ele aldığı konular bir
önceki çağı referans alıp, bir sonrakine yönelir. Ve her çağın başında, küresel
etkileri olan büyük yıkımlar yaratır. Dünyanın tarihi haklı olarak savaşın
tarihidir. Kutsanan devlet anlayışı fikri savaşları cihadi, ölümleriyse mübarek
görür. Devletlerin devletlerle savaşı,
devlet için sine qua non sayılan beşeri sermayenin de savaşıdır. Devletler,
halklarını yanına almadığı hiçbir savaşta galibiyet nutuklarına yer vermezler.
Gül Savaşlarından Otuz Yıl savaşlarına, daha geriye gittiğimizde Haçlı
seferlerine, daha geriye gittiğimizde Dandanakan’a, Malazgirt’e. Hepsinde
halkın kahramanlık destanları anlatılırken, savaşın kaybeden devletleri ise
tarih kitaplarında bu bölümleri atlarlar. Çünkü yenilginin çetelesi tutulmaz.
21.yüzyıl, kendinden önceki çağın arkaik öznesi olan
insan ve iletişim kavramlarını küresel bir dönüşümle yeniden kodladı. Bu
çerçevede, 21.yüzyıl iletişim araçlarının değiştiği, küresel iletişim
araçlarına sınıfsız ve eşit şartlarda erişme imkanı sağladı. (Bunu yazarken
dünya nüfusunun sosyal medya kullanıcısı sayısını genelleyerek ve
bilimsellikten uzak bir kaba tahlille ele aldığımın farkındayım.) Bugün, Maori
kabileleri hakkında bilgiyi 4.5 G hızıyla anında elde edebildiğimiz ya da
Giresun Espiye’de oturup, biraz merak ve iyi bir İngilizceyle Maorilerden
biriyle aynı küresel dili konuşarak iletişime geçebileceğimiz bir dünyadayız.
Bu yüzdendir ki, toprakların ve sınırların çağımızda anlamı kalmadı. Muhtemeldir
ki 22.yüzyıl sınırların ortadan kalktığı bir yüzyıl olarak inşa olacak. Ve
22.yüzyılda din olgusunun da artık anlamsız kalacak. Zira tüm dinlerin kutsal
adledilen anlatısının çağın ihtiyaçları ve gerçeklikleri karşısında söyleyecek
sözleri olmayacak. Peki bu çağa giderken, devletler kendilerine bağlılığı ne
şekilde inşa edecek? Bu yazıda anlatılmaya çalışılan 21.yüzyıl devletler psikolojisiyle
bu soruya cevap aramak, yer yer de yerleşik devletler fikriyle kavga etmektir.
Dönüşüm ve dijitalleşme çağı olan 21.yüzyıl,
kendinden önceki çağın beşeri sermayesine odaklanarak, 20.yüzyılın en büyük
tanrısı olan kapitalizmin ve onun peygamberi olan Amerikan’ın ufacık bir
noktası olan Kaliforniya’ya bağlı San Jose’de nam-ı diğer Silikon vadisinde
doğdu. Facebook’la başlayan küresel panoptikon etkisi, Harvard sıralarından
Silikon vadisine oradan da tüm dünyaya hızla yayıldı. Dünyanın en kalabalık
ülkesi olan Facebook’un yarattığı küresel vatandaşlık algısı, çeşitli türevler
yarattı: Twitter, İnstagram, Hi5, Tinder v.s. Tüm bu silahlar, dönüşen çağın
insanlarını bir arada tutmaya yarayan ve tepkilerin kontrollendiği, toplumsal
hareketlerin gelişiminde yerine göre özne olduğu yerine göre fren mekanizması
gördüğü bir hal aldı. Ve bu silahlar herkesi bir arada tutarken bir yandan da
herkesi yalnızlaştırdı. An kavramının yaşanabilir hazzı, tanıklığın
paylaşılmasıyla elde edilecek beğenilme hazzına yenildi. Konserlerde sönmeyen
ekran ışıkları, futbol karşılaşmalarında patlayan flaşlar, sokak sanatçılarının
etkinliklerini izlemek yerine paylaşmak, çöpçatanlık uygulamalarıyla eritilen
ve yatağı sıcak tutmakla sınırlanan sevgi öznesi ve tabii ki politik
etkileşimler.
Küresel dönüşümün yaşandığı bu yerde, gerçekte somut
bir şekliyle gösterilemeyen devletler de bu platformların daimi temsilsici
oldu. Adına da inovasyon veya elektronik devlet dediler. Neticede devletin
twitter hesabını da bir insan kullanmakta. Gerçi İsviçre’de bunun en güzel
örneği, bir çocuğa devletin hesabını bırakmak gibi insana hoş gelen işler de
yapılmadı değil.
Dünya bu şekilde hızlı bir dönüşüm çağını yaşarken,
küresel eşitsizliğin yarattığı ayrım giderek yarık haline dönüştü. Bu yarığın
fay hatlarında toplumsal hareketler yeni sınıfsal tabanlı eylemlerle karşımıza
çıktı. Occupy WallStreet eylemiyle Mortgage kredilerinin yarattığı ekonomik
tahrifatı ele alan bu yeni dönem süreçleri, tüm dünyada özellikle ekonominin en
tepesindekileri hedefe oturtan bir eylemselliğe sebep oldu. Ekonominin liberal
vurgusu, toplumların liberter vurgusuyla çarpışmaya başlayarak, laissez faire
laissez pesser kavramlarını yeniden ele aldırdı. Devletler yeni yükselen bu
sınıfın hareketlerine tepki olarak ne faire’ye ne pesser’e izin vermemeye
başladı. Dünyada Arap baharı süreci, Ukrayna eylemleri, görece farklı amaçlar
taşısa da Latin Amerika devletlerine dönük eylemler, Gezi Parkı, hatta biraz
daha geriye giden Kadifeli çiçekli devrim hareketlerinin temelinde öne çıkan
demokrasi vurgusu olsa da, asıl niyet yeni sınıfların yönetime “biz buradayız,
bizi dinlemek ve birlikte karar almak hatta aldığımız kararları uygulamak
zorundasınız” mesajı vermekteydi.
21.yüzyıl başında bu değişim eylemlerinin aslında
arka planında, 20.yüzyılın hastalıklı düşüncesi olan otoriterlikle çatışması
var. İnsanlar ve genel haliyle toplum liberterliği ve üçüncü kuşak hakları daha
fazla öne çıkarmak isterken, devletler tarihi refleksleriyle davranmakta ve
yeni geldikleri bu talep denizinde boğulmamak için, kendilerini dönüştürmekte
kısıtlı kalmakta. 21.yüzyılda doğan insanlar, en yenisi 20.yüzyılda inşa olan üniter
devletlerin vatandaşlık kavramını ve onların yarattığı vatan sınırlarını
muğlak, etkisiz ve 21.yüzyıl dokusuyla uyumsuz görmektedir. 21.yüzyılda doğan
insanlar, 20.yüzyılda doğanlara oy vererek, bir anlamda kendi yöneticilerini
yaratmak adına, içinde olgunlaşana kadar 20.yüzyıl liderlerine geçici bir
liderlik atfetmektedir. Bu geçici liderlik emaneti, tüketim toplumunun ana
sömürü unsuru olan gençliğin bir an evvel istediklerini yaptırmak için ailesine
kurduğu baskı gibi devlet mefhumuna da baskı kurabileceğini düşündürtmektedir.
Bunun karşısında da devletler daha fazla korumacı, daha fazla tutucu
davranışlarla bu yetki devrini koordine etmeye çalışmaktadır. İşte tam bu
noktada, devletleri yöneten hükümet aygıtları, ideolojilere yaslanmaktadır. Bir
konu, üzerinden ne kadar zaman geçerse anlatıcısının gücüyle o kadar mistisize
edilir. Bu dinler için de geçerlidir, devletler için de. Din bunu kutsal
atfettiği kitapları, temsilcisi olan peygamberleri ve anlatıcılarının
güzellemeleriyle yaparken; devletler bunu eski bir ideoloji, büyütülmüş bir
lider ve medya aracılığıyla güzeller. Althusser’in ideolojik aygıtlar olarak
tariflediği medya ve Gramsci’nin dillendirdiği şekliyle Organik Aydınlar
ideoloji dininin herkesi biata ve/veya gönüllü rızaya zorlamasına sebep
olmaktadır. Bu zorlama ve manüpilasyon sonucunda yurttaşlarda citizen olma
hali, düşmanlığa yerini bırakmakta kendinden olmayanı nefret yöneliminin meşru
bir unsuru olarak görmeye dönüşmektedir. Tıpkı fundamental inanç sahiplerinin
kendinden olmayana yönelik her türlü şiddeti meşru görmesi gibi.
İşin ilginç yanı, bu kitlelerin yönetici olarak
yaratılan tanrı figürlerine koşulsuz biat etmesidir. Küresel vatandaşlık veren
sosyal medya’da 20.yüzyıl doğumlular kendi mahallelerini kurarak birbirlerini
otoriteye daha fazla güdülemekte, Tanrı/liderin hoşuna giden şeyleri yapmakta,
onun sözleriyle konuşmakta, onun gibi giyinmekte. Onun içinde kendi varlığını
eritmekte. 21.yüzyıl doğumlular ise bu mahallelerin bahçelerindeki meyve
ağacına izinsiz giren veya oynadığı topu camlarına atan ve bu kitlenin hitap
ettiği şekliyle “yaramaz çocuklar”. Bu yalnızca Ortadoğu coğrafyasında değil,
dünyanın her yerinde görülebilen bir eyleme dönüşmekte. Yeryüzünün en büyük ve
en nefret edilen tanrısı olan D.Trump’ın boynuna astığı 1 metrelik uzun yular,
bugün Amerikan bürokrasisinde sıklıkla karşımıza çıkmakta, hep kilolu olarak
düşünülen Ruslar, özellikle dışişleri Putin’le birlikte fit görünmekte,
Türkiye’de Erdoğan bıyığı ve ekose ceketi yayılmakta, Suriye’de Esad kesim
takım elbise temsilde öne çıkarılmakta, Bulgaristan’da Orban tipi hitaplar
görülmekte, Almanya’da Merkel sadeliği günlük hayata sirayet etmekte.
Devletlerde değişmeyen iktidarlar olarak sıraladığım
bu örneklemin içinde Trump’ın yer alması, Cumhuriyetçilerin klasik kırmızı
renginin nasıl istismar edildiğine dalalet etmesi adına önemlidir. Ancak, kıta
Avrupasında ve hinterlandında da bu değişim direnci çok net görülmektedir.
Örneğin herkes Erdoğan’ın iktidar kalış süresini uzun bulsa da Almanya’da
Merkel, Rusya’da Putin-Medvedev, Bulgaristan’da Orban da bu kategoride yer
almakta. Bu kişileri iktidarda tutan, onların başarıları veya toplumu hipnotize
edici söylemleri falan değil, değişime karşı direnen insan sayısının değişim
isteyen insan sayısından fazla olmasıdır. Gelenekçi, ülkelerindeki yaşlı ve
orta nüfusu bloke eden, yerine göre onlarda “mazideki atalarımızın yaşamı da
böyleydi” düşüncesi oluşturan, fazla hareketli bir yaşam istemeyen insanlar bu
liderlerle aralarında doğal bir bağlılık ilişkisi kuruyor. Ve bu bağlılık
zamanla sevginin dozunu arttırdığında yaşanan kaybetme korkusu veya ayının
yavrusunu severken öldürmesi gibi orantısızlıklarla kamusal alana kayıyor.
Evet, bu bir din.
Tanrıların insani formlarda konuştuğu, eski çağın
ideolojilerinin bu kişilerde vücut bulduğu, kitle iletişim silahlarıyla
insanları esir aldıkları bir din. Ve bu din karşısında isyan eden yeni çağ
yurttaşları var. Geçen çağda doğanlarla yalnızca aynı oksijeni kullanmak ve
biyolojik bir ilişkileri olmak dışında hiçbir ortaklıkları yok. Şimdilik sayıca
azlar ancak dünyayı kilitleyecek icatları yapmakta ve küresel çapta
örgütlenebilme yetisine sahipler.
Ve elbette kazanacaklar. O zamana kadar da toplumsal
hareketlerle, sosyal ağ türevlemeleriyle kendilerini yeniden keşfedecekler.
Şimdilik sadece ellerindeki telefonların ekranına bakıp, kulağında
kulaklıklarla sessizce yürümekteler. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde sadece
bağırdılar. Tüm dünyada dikkatleri üzerlerine çektiler. Önümüzdeki 10 yıl
içinde çok hızlı bir şekilde gelecek ve sistemi kilitleyecekler. Çünkü hızlı
tüketmeye alıştılar. Ve sevgiye boyut değiştirterek, içini boşalttılar. Sevmek
yeni kuşağın nostalji diye hatırladığı bir duyguya dönüşüyor. Aşksa saçmalık.
Bu toplumsal formu yaratan tüm dönem tanrılarına
isyan, dünyasal bir haktır!

Yorumlar
Yorum Gönder