Ezdi Yürüyüşü


Herkes yürüyordu. Arkamızda kalan topraklarda Fırat niyetine akıyordu kan. Ve akıntısı bir ülkeyi baştan başa kan nehrine çeviriyordu.
Güneş o sabah, bir şeyler anlatıyordu. O sabah her sabahki gibi alnım toprağa değince kızgın toprağı hissetmiştim. Ama dengesi bozulan dünyanın herkese hışmıdır diye alınmamıştım üstüme. Kahvaltıdaki hoş sohbetimiz, uzaklardan yükselen dumanların rüzgarla bize doğru dönmesiyle yarım kalmıştı. Yaklaşık 3 yıldır süren savaşta, herkesin evine bir ağıt düşüyordu. Kaçanlar, çocuklarını bu savaşın içinde büyütmek istemiyor, hepsinin bir gün doktor olup bu topraklarda şifa dağıtmaları için uğraşıyordu. Ülkenin bu dağlarında esen rüzgarlar, tarihin son 600 yılına tanıklık etmiş halkların kokusunu burnumuza getiriyordu. Allah diyorlardı ellerini gökyüzüne kaldırdıklarında ve kiminin elleri Allah diye kılıçla iniyordu. Ve bir gün Allah diyenler için sıra bize gelmişti.
O gün yükselen karabulutlar, kanıksadığımız bir barut kokusudur diye düşünüyorduk. Oysaki ölüm bizlere gelmişti, melek tavus bizi götürecekti. Birkaç köy ötedeki akrabalarımızdan öğrenmiştik. Elleri silahlı ve sakallı pis adamlar, önce Şii’leri öldürdükten sonra bize yönelmiş, kadınlarımızı ve çocuklarımızı kılıçtan geçirmişti. Artık akrabalık ilişkisi kurabileceğimiz fazlaca kişi kalmamıştı ileriki köylerde. Dağlara vurmuştuk kendimizi. Çoluk çocuk kadın erkek yaşlı genç fark etmeksizin hepimiz dağları aşmanın derdindeydik. Anlatılanlardan öylesine korkutmuştu ki, çoğumuzun evinde sofralar yerde kalmış sadece yaşamak için yola düşmüştük. Kadim vatanımızın üzerinde asılı duran barut kokusu içimizdeki korkuya karışmış, ayaklarımızdaki yarıktan sızan kanla bize eşlik etmekteydi. Yürüyorduk. Çocukları yalan ayak giden bir halka zulmedenlerin tanrısı ne kadar bağışlayıcı olabilirdi diye düşünüyorduk her çakıl taşına basışımızda. Şincar’ı aşıp özgürlüğe gidecektik, belki sığınacak bir yer bulabilirdik, tek bildiğimiz şey dağı aşmak zorunda oluşumuzdu. Ne erzağımız ne de suyumuz vardı. Ellerinden tuttuğumuz çocuklar ve kadınların tek fazla yükü, üzerlerinde biriken ve atamadıkları korkularıydı. Yıllar önce, bir kahin bu topraklara geldiğinde herkesin yüzüne bakıp, korkuyla ağlamıştı. İşte o korkulu ifade bugün hepimizin gözlerinde dağlara vuran barut kokusunun içindeydi.
İstenmeyen bir halkın evlatları olmak, Ortadoğu’da ölmek için yeterli sebepti. Ve hiçbir tanrı, istenmeyen halkın dualarını duymazdı. Zayıf olan ölmek zorundaydı, yeni halklar doğsun diye. Bizim güneşimiz hepimizi yakardı fakat diğerlerinin Tanrıları, onlara secde etmeyenlere yaşama şansı bırakmazdı. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Bir gün bu yol bittiğinde güneş yine doğacak. Ve belki ona inanan son Ezidiler olarak yok olup gideceğiz. Ama gittiğimiz yerde melek tavus, bizleri koruyacak. 7 katı üst, 7 katı alt 14 katlı kainata sığamayan bir halkın bedduaları sizleri kör edecek. İçtiğiniz her damla su, bizim kanımız olacak. Ve sizler, her şeye susanlar, kör olacaksınız Güneş karşınızda yükselirken. Tıpkı şimdi, kendi karanlığınızda kör olduğunuz gibi.


Yorumlar

Popüler Yayınlar