GÜLİZ

 Kırık dişin arkada olunca, sorunun yok sanırsın çoğu zaman. Gülüşün sadece ön dişleri göstermekle sınırlı olur. Kahkahalarla gülme hakkından mahrumsundur o kadar, zaten böylesine gülecek kadar mutluysan da sende bir sorun vardır. 
Sadece yemek yerken dişinin eksikliğini yoğun bir şekilde, karnındaki şişkinlikten görürsün. Hazmedemezsin işte.
İnsanın hayatı da sindirim sisteminden farklı değildir hani. Hazmettiğin kadarsındır fazlası değil.

Önünde durduğu tuvalde, sulu boyayla nelerin başarılabileceğine imrenerek bakarken, aklından bu geçenleri serginin duvarlarına dua okur gibi söyledi Güliz. Salzburg'da psikoloji okuyup, ülkesine sadece tatillerde gelen, 40'larına yeni değmiş bir kadından fazlası değildi. Aynı bedeni ayrı iklimlerde gezdiriyordu. Manik hali Salzburg, depresif haliyse İstanbul. Bahariye'deki sergiden çıkarken, tuvaldeki kadının ağlamakla gülmek arasındaki o çelişkisinde hayatına dair çokça içselleştirdiği gerçekliği ve bir o kadar da uzaklaştırdığı korkuları birlikte görmek ona insan olduğunu hatırlatmıştı. Kadıköy'e geldi. Feribot'a daha vakti vardı. Karanfilli sigarasını, kitabevinin karşısındaki barda cin kokteyline katık ederken, defterini çıkardı ve yarısı Almanca yarısı Türkçe aldığı notların arasında kayboldu. Akşam üzeri Bursa'daki eğitimde konuşmacı olmasının yarattığı gerginliği cinin üstüne üflediği sigaranın dumanında biraz da olsa atmayı istiyordu. Feribot saati gelince ayakları, Ağustos sıcağını tüm zerrelerine geçirmiş asfaltın üstünde karaca gibi akarken, gişeden geçti. Biletini okuttu, yerine geçti. 

İstanbul'un silüetini iki yanına dağıtan feribot, iskeleden ayrılırken çocukluğuna gitti birden. Babasının elinden tutarken, Bursa'dan İstanbul'a geçtiği feribotu düşündü, martıların bedava yolculuğunu, tostun içinde uzayıp giden peyniri, kocaman otobüslerin feribotta konserve kutusu gibi dizilişini, ve kaptan köşkünün önünde babasının Maltepe'sinin o burnundan gitmeyen kesif kokusunu.

Güliz, bugün Avusturya'nın en genç psikoloji profesörlerinden birisiyse bunu babasının ölmesine borçluydu. Babası Şahin, 6 kardeşin en küçüğüydü. Güliz'in dedesi Sefer, Sivas'tan Bursa'ya göçle gelmiş, Bursa'dan da Almanya'nın işçi ihtiyacını karşılamak için Manheim'e ulaşmış bir adam. 6 çocuğun 5'ini Almanya'ya götürmüş, Şahin'i ise amcasının yanında Bursa'da bırakmış. Sonra, ne Şahin'i yanına alabilmiş, ne işi bırakıp Şahin'e dönebilmiş. Öylesine bir trajedi ortasında, amcanın ve yengenin elinde sofraya konulan dördüncü tabağın sahibi, az yemesi için uyarılan, daha çok ekmek ve salçayı kendine katık eden bir ergen. 

18'ini geçince Şahin, Bursa'nın en büyük otomobil fabrikalarından birine bir şekilde işçi olarak girmeyi başarmış. Babasının Almanya'dan attığı fotoğraflardaki gibi mavi önlüğünü giyip, babasının Almanya'da bindiği arabaların parçasını ürettiğini zannederek geçirdiği günlerin mutluluğuyla para kazanmaya başlayınca, amcasının evinden ayrılıp, Bursa'nın geceleri korkularak yürünen mahallelerinin birinde iki göz ev tutmuş. Sonra Zeliha ile tanışmış. Mahalleden işe servisle giderken, servisin gece vardiyasını çektiği salça fabrikasının paketleme bölümünde çalışan Zeliha. Birkaç ay sonra evlilik kararı almışlar. Sonrasında ise önce Ferhat doğsa da hayata tutunamamış, doğumdan hemen sonra havale geçirip ölmüş. Bir süre sonra da ikinci kez hamile kalınca Zeliha, Şahin gündüz gece demeden çalışıp, babasının giydiği mavi önlüğü üzerine geçirip, kendini bu şekilde kandırmaya devam etmiş yine bir süre. Güliz doğunca ise Şahin'in yükü daha da artmış. Ardı arkası kesilmeyen mesailer, yatmadan yatmaya görülen çocuk ve karısı derken, geçen zaman içinde Güliz büyümüş, gitmiş.

Güliz 6 yaşına gelince ise tüm Bursa'nın ezbere bildiği bahardaki o büyük işçi direnişi başlamıştı. Bir yandan hakkını arayan işçiler iş yavaşlatırken, bir yandan da arkadaşlarına sırt dönüp çalışan işçiler makinelerin başına geçip fazla mesaiye devam ediyordu. Şahin de o fazla mesai için makine başına geçen işçilerden birisi işte. Bir oğlunu havaleden kaybetmiş, kızı Güliz'i ise yaşatmak için üzerine titreyen bir baba. 3 ay süren o büyük direnişte, Şahin çokça para kazansa da kazandığı kadar da arkadaş bedduası almıştı. 3 ayın sonunda fabrikadan 133 işçi işten kovulmuş, çalışanların haklarında kısmi iyileştirme yapılmış, ikramiyeler de hesaplara yatırılmıştı. Fabrikadaki üstün performansı, hem izin hem zam olarak dönmüştü Şahin’e. 
Bir tatil gün evlerinde kahvaltı sofrasına kurulmuşken, telefon çaldı. Arayan Şahin’in babası Sefer’di. Sefer dedee, diye elindeki reçel sürdüğü bıçağı masaya heyecanla vuran Güliz, dedesine telefonda seslenmeye çalışsa da Şahin müsaade etmedi. Neticede baba nedir bilmediği için, ciddiyetini elden bırakmıyordu. 

‘Yarın geliyorum Şahin, Lufthansa ile ora saati akşam altıyı çeyrek geçe havaalanında oluruz annenle” dedi davudi sesiyle Sefer. 
“Geliriz almaya sizi, tamam” dedi Şahin. Baba diyemedi. Çünkü yoktu ki zihninde baba figürü. Babalığı Güliz’le öğrendi o. O’nun mutluluğu için, bir fabrika insanın yüzüne küfretmesini göze aldı.
Telefon kapandıktan sonra, Zeliha’yı konuşmadan başıyla onayladı. 7 yıldır evliydiler ve ilk kez eve baba gelecekti. Kocasının zihninde ise baba diye bir şey yoktu. Şahin, Güliz’e döndü
“hadi bakalım nar tanesii, dedenler geliyor, onları İstanbul’dan alacağız” diyince Güliz’in sevinç çığlığı masadaki çay bardağını çatlatmıştı. 
-Ne zaman gidiyoruz baba?
-Yarın babacım.
-Nereye gidicez ki baba?
- Havaalanına babacım, İstanbul’a.
- Erken mi gidicez baba?
- Erken gidicez balım, İstanbul’u da göreceğiz işte.
-Hadi yatalım o zamann oleyy Sefer dedem geliyor!

Güliz odasına kaçtıktan sonra, Şahin Maltepe’sini çıkardı cebinden, camın kenarına geçti, Zeliha’ya bakarak yaktı sigarasını, ne yapacağım dercesine. Gururuyla oynanmıştı adeta Şahin’in. Zeliha anladı durumu, geldi, Şahin’in omuzuna yattı. Korkuyu iliklerinde hissediyordu Şahin. Acaba neden geliyorlardı? Ne olacaktı? Yıllardır duyduğu baba sesi, radyodaki bir tını gibiydi hep ona. Oysa şimdi karşısına çıkacaktı. Ne yapmalıydı, nasıl yapmalıydı bunun telaşı ile izmariti fırlattı camdan. 
Geçti televizyonun karşısına, haberlere baktı, Berlin duvarının yıkılışını canlı izledi, Mehmet Ali Birand anlatıyordu. İçini bir tedirginlik kapladı, televizyonu kapattı ve o şekilde uykuya çekildi.

Ertesi sabah, Güliz’le birlikte santral garajdan bindiler otobüse. Güliz durmadan yollara bakıyor, sorular soruyordu. Tüm sorularına cevap alsa da Güliz bir süre sonra yorgun düştü. Otobüs Yalova’ya gelip, feribot sırasında durunca uyandı:
-Geldik mi baba? Oo denize bak baba denize bak. Baba bu gemi ne? Buna mı bineceğiz baba?

6 yaşında tek cümle içinde sorulabilecek bütün soruları sordu Güliz.
-Hayır babacım, şimdi bu feribota binip, İstanbul’a geçeceğiz. Seni şimdi güzel bir yere götüreceğim ama biraz sabır, önce feribota binelim. 
-Tamam babacım tamam. Sustum, sabrediyorum.
Şahin, bağrına yasladı Güliz’i. Otobüs, feribota girdi. Kontak kapattı, Şahin Güliz’i aldı ve güverteye çıktı.
-Ooo babaaa, şu kuşlara baak üstümüze geliyorlar., diyerek babasının arkasına saklanan Güliz’e güldü Şahin.
- Gel babasının bir tanesi, onlar martı, bir şey yapmazlar, bak birazdan amcalar onları besleyecek, dedi. 
- Ama ejderhaya benziyor ki bunlar, dedi Güliz.

Yandaki öğretmen olduğunu söyleyen kadınla birlikte güldü Şahin.
-Olur mu hiiç ağzından ateş çıkıyor mu bunların kızım? deyiverdi.

Korkusunu yenen Güliz, artık babasının yanında üzerlerine gelen martılara bakıyordu. İnsanların neden simit verdiklerini merak etti bir süre. Babasına sordu, bir cevap alamadı. Öğretmene sordu, ondan da bir cevap alamadı. Bu şekilde bir süre gittiler, etraftaki tersaneler gitti önce gözlerinin önünden. Ardından her yer bir mavilik. Karşıdan gelen bir feribot gördü çocuk gözleri, ardından saltanat şehrinin silüeti.
Tekrar otobüse geçtiler, otobüs köprüyü geçti sonra. Güliz korktu. Yol devam etti. Büyük İstanbul Otogarı’na geldiklerinde saat öğlen ikiyi geçiyordu. İndiler, Güliz içine düştüğü insan selinden korktuğu için babasının koluna sımsıkı sarılmıştı. Ardından vakit varken, babasıyla birlikte Eminönü’ne geçip, uskumru yiyip şalgam içtiler. Şalgamın ne olduğunu ilk defa Eminönü iskelesinde öğrendi Güliz. Bir daha da unutmadı zaten. Ve havaalanının yolunu tuttular. 

Atatürk havaalanından giriş yaptıklarında saat akşamüstü beşti. Kapıdan geçerken polis babasının üstünü didik didik aradı. Ceplerini boşalttırdı. Maltepe paketi, mavi bir tokai çakmak, biraz da bozuk para. Güliz polisler onu aramayınca, gülerek polislere göz kırptı. babasına seslendi: 
-Kağıt paralarını da çıkarsana baba, polisler bu kadar parayla mı Bursa’dan geldiniz diye sormazlar mı?
Kısa bir gülüşmeden sonra, bekleme alanına geçtiler. 
-Baba bu insanların ellerinde neden böyle kartonlar var?, dedi Güliz.
-Gelen yolcuyu karşılamak için babacım.
- Gelen yolcuyu bilmiyorlarsa yolcular bunlara nasıl güveniyor ki baba? Ya kaçırırlarsa yolcuları?
- Yok güzel kızım, bu abilerin hepsi bir yerde çalışıyor. Bunlara görev veriyorlar, havaalanına bu isim gelecek, gidip onları alın diye. Onlar da gelenleri tanımadığı için, adlarını bu kartonlara yazıyorlar.
-E baba, yolcular adlarını boyunlarına yazsa da bu abiler benim bakış açımı kapatmasa olmaz mıı?
-Senin bakış açını mı kapıyorlar abileer, gel o zaman omuzuma alayım, hepsine yukarıdan bak.
Birden babasının omuzlarında buldu kendini Güliz.
Şahin ise cebinden babasının mavi tulumlu fotoğrafını çıkardı, baktı baktı. Babası neye benziyordu, ya tanımadan yanından geçer giderseydi. Hoş çokça mektup atmıştı kardeşlerine ama babasına göstermişler miydi? diye düşündü durdu.
Sonra , ne olursa olsun anne tanır yavrusunu diye geçirdi içinden. Bir süre daha beklemeye devam ederken, anons sesini duydular: Lufthansa hava yollarına ait LH 143 sefer sayılı Frankfurt İstanbul seferini yapan uçak, havalimanımıza inmiştir. 

Tarihin en uzun bekleyişiydi şu an yaşanan. Kızı omuzlarında, kendisi ter içinde bekliyordu Şahin. Arada bir kapı açılıyor, içeriye bakmaya çalışıyordu, ama Güliz omzunda olduğu için fazla da kafasını kaldıramıyordu. Geldiler babacım, diyebildi sadece. Birazdan çıkacaklar. Oleey, diyebildi Güliz. Sonra kapıdan çıkan her yaşlıya dede diye seslendi. Taa ki dedesi Güliiz diye sesleninceye kadar. 
Dondu o an.

Şahin’in aklına, terk edilmişliği geldi. Beş kardeşini Almanya’ya götürebilen babasının kendisini yüzüstü bırakması, amcasının sofrasına içine az yemek konmuş tabağı, bolca yediği ekmeği, geceleri yorganın altındaki ağlayışları, kardeşlerinin çiçekli Alman parklarından attığı fotoğrafları geldi. Ve mavi üniformalı babasının pos bıyıkları. Göz yaşını durduramadı. Babası Sefer ve annesi Gülistan ayrılma bankosunu döndü. Güliz’in “dedee” sesleri bolca duyuluyordu. Zaten sadece o duyuluyordu. Gülistan anne, geldi Güliz’i oğlunun omuzundan aldı. Güliz’i yercesine bastı bağrına. Sanki biraz daha bassa içine girecekti. Sefer, oğlu Şahin’in gözündeki yaşı gördü, Şahin’in çenesini yukarı kaldırıp sımsıkı sarıldı. Taşa sarılsa, taş un olurdu. Böyledir bazen. Babalar oğullarına kendilerinden önce ölürlerse böyle sarılırlar, bir de böyle af dilemek istediklerinde. Konuşmaz babalar. Dilleri lal, gözleri amadır. Fakat yüreklerindeki yangın yakar durur kendilerini. 

Şahin, kısa bir duraksamadan sonra, babasının eline davrandı, öptü. Ardından anası Gülistan’ın elini öptü. Güliz’i omuzuna aldı, çantaları aldılar ve havaalanından çıktılar. 
Taksiyle Esenler otogara, oradan da Bursa’ya giden ilk arabaya atladılar. Güliz yol boyu uyudu ninesinin kucağında. 
Eve geldiklerinde saat gece yarısını biraz geçmişti. 

Gün doğmayı henüz geçmişken, Güliz heyecanla uyandı. Dedesi ve ninesinin onun için getirdiği hediyeleri bekliyordu. Yattıkları odaya gitti, geldi, gitti geldi. Ama uyanmadılar. Mutfaktaki sandalyesine oturdu, ardından annesi Zeliha geldi. 

-Bana ne hediye getirmişlerdir anne? diye sordu Güliz.
-Ay kızım, bunu mu düşündün sen ya? Çikolatalar vardır, bir iki de elbise tamam işte hepsi bu. Seni ilk kez görüyorlar, bilememişlerdir doğru dürüst ne alacaklarını.
- Of anne ya, gelmeseymişler o zaman niye gelmişler ki bir şey getirmedilerse. 
-Hşştt sus kız, ayıp öyle denmez. Onlar deden ve babaannen.
- Bana ne bana ne, onlar da oyuncak getirselermiş. Bebek bile mi getirmemişler? 
-Sus kızz!
Anne kızın bu konuşmasına gece boyu gözünü kırpmayıp, sabah ezanıyla anca bir saat kestiren Şahin uyandı. Güliz’i öptü, Zeliha’ya günaydın dedi. Masaya oturdu. 
-Benim güzel kızım ne istiyorsa bana söyler, ben alır gelirim, dedi. Kimseye muhtaç değil benim kızım.
Güliz, babasının boynuna atladı. O ara Gülistan ana uyandı. Kınalı saçlarını örüklemiş, o şekilde mutfağa gelmişti. 
-Sabah şerifleri hayrolsun, merak etme güzel torunum sana neler neler getirdi babaannen, diyince Güliz’in gözleri parladı. 
Sefer amca da uyanınca kahvaltıya geçtiler. Aile boyu kahvaltıya oturdular, hayatlarında ilk defa ana baba oğul gelin torun kahvaltıya oturdular. Ve o oturuş son oldu.

Tedirginliği iliklerinde hisseden Şahin, o gün akşama görüşürüz diyerek işe gitti. Vardiyasına başladı. Fabrikalar insanı mekanikleştirirdi. Buna kendine yabancılaşma da denir. İnsan olduğunu unutturur fabrikalar, koca koca makinelerin ağızlarına yemek niyetine malzeme atarlar. Bunu bütün işçiler bilse de ekmek parası diyip boyun eğerler kaderine. Şahin de eğdi kaderine boynunu. Pres makinası kocaman arabayı 5 saniyede yok ederdi. İnsanı mı eritemezdi. Sarı levhaların üzerinde siyah yazıyla “önce iş güvenliği” yazınca fabrika sahipleri kendini kurtarırdı. Bu sefer de öyle oldu, Şahin prese arabayı indirirken geri çekilmeyi unuttu. Ve saniyeler içinde yok oldu bedeni. 

Çığlıklar, fabrikanın sirenlerini bastırıyordu. Tüm makineler sustu, herkes ellerindeki malzemeleri makinelere fırlatıyordu. Şahin’den geriye ezilmiş bedenine kanlı kefen olan mavi üniforması kaldı. Bir de üzerine kan değmiş, babasının mavi önlüklü fotoğrafı. Hep sol cebinde dururdu. Şimdi kalbini ve kolunu parçalayan makineden süzülen kanla boyansa da Sefer amca, hala net seçiliyordu fotoğrafta. Halbuki Şahin, ortada bile yoktu.

O haber eve ulaşamadı işte. Ulaştığında, kıyamet kopmuştu. Bursa’nın varoşları, Şahin çığlığıyla inledi. Ses Uludağ’ın yamaçlarına çarptı, tekrar kendilerine döndü. Zeliha kendini kaybetti. Sefer amca oturduğu yere yığıldı, Gülistan ana hastanelik oldu. Güliz ise sustu, baba diyip ağladı, baba diyip sustu, tekrar ağladı, tekrar sustu. Tekrar tekrar. Ağlamaktan uykusu gelene kadar ağladı. Babaannesinin getirdiği bebeğin kafasını kopardı. Siz geldiniz, babamı öldürdünüz dedi, her sabah tıraş olurken hayran hayran izlediği babası artık yoktu.
Adli tıp işlemlerinin ardından, Şahin’den arda kalanları bir ufak çöp poşetine koyup kefenleyip tabutladılar. Şahin’in haberini alan tüm kardeşleri çocukluğu dışında görmedikleri kardeşlerine son görevini yapmak için cenazeye geldi. Cemevinden kalkan cenazede, Güliz elinde babasının tıraş tasıyla annesinin kucağında durdu. Güliz o gün büyüdü işte. Meraklı soruları gitti. Büyük insan gözleriyle bakar oldu ortalığa.

Cenazeden kısa süre sonra, fabrika yetkilileri aileyi taziye ziyaretine geldi. Aileye acılarını bildirdiler, Sefer amca “takdiri ilahi” diyordu her seferinde. Fabrikanın Almanya’dan gelen müdür yardımcısı, konunun aslında böyle olmadığını, şirket disiplini gereği fazla çalışmaması gereken bir personeli çalıştırdıklarını ve ihmalleri olduğunu, bundan dolayı aileye borçlu olduklarını usulünce anlattı. Neticede Sefer amca, Şahin değildi. Para konuşunca, şekli değişmeye başladı.

Şirket yetkilileri, aileye reddemeyeceği bir teklif yaptı: 
-Sefer Bey, madem siz ailece Almanya’da yaşıyorsunuz, Güliz’i ve annesini de Almanya’ya alalım, tüm masraflarını biz karşılayalım, Güliz’i okutalım. 
Gülistan ana, Güliz neyse de, Zeliha için sıcak bakmıyordu bu teklife. Hatta bunu bir şekilde ifade de etti: Güliz bizim canımızdan bir parça, ama anası belki burada kalmak ister onu bilemeyiz ki?
Zeliha, Şahin’in ölümünden sonra bir de bunu duyunca iyice yıkıldı. Neticede devlet karşısında duldu. Ve Şahin’in ailesiyle artık bir hukuk yoktu. Kaderine ağlamaklı olacakken, şirket yetkilisi imdadına yetişti: Hayır, çocuk annesinden ayrılamaz. Almanya’da annesini fabrikamıza alacağız, Güliz’in de eğitim masraflarını üstleneceğiz.
Şartlar kabul edildi, Güliz ve Zeliha Almanya’ya gitti, Şahin ise Hamitler mezarlığında öldüğüyle kaldı. 

Yıllar geçti, başlarda Güliz uyum sağlamada bocalasa da inat ve hırsla başarılara imza attı. Önce ilkokul, ardından ortaokul derken gymnasium’a kayıt yaptırmaya hak kazandı. Ve bu yüksek lisede gösterdiği başarıları, onu okuldaki yönlendirme sınavında görünür kıldı. Güliz için annesiyle defalarca görüştü okul yönetimi. Ve yetenekleri doğrultusunda Avusturya’da Salzburg’a göndermeyi ikna ettiler. Annesi Zeliha da fabrikanın Avusturya departmanında kalite kontrol bölümünde çalışmaya başlayınca tüm engeller aşılmış oldu.
Güliz için Salzburg’da yeni açılan sayfa, onu hızla alan seçimine yolladı. Çocukluğundan beri gözlem yeteneğindeki farkındalık, onu akranlarından birkaç adım öne geçirdi. Ve Salzburg Üniversitesi Psikoloji bölümüne girmeye hak kazandı. Annesiyle Insbruck’a giderek bu güzel anı kutlayan Güliz için hayatının dönüm noktası aşılmış oldu. Üniversite kariyerine başlayan Güliz, klinik psikolojiyi içselleştirmiş, Wundt’un baba çözümlemelerini dikkatle incelemişti. 
23 yaşına geldiğinde Güliz, üniversite eğitimini tamamlamış bir kadın olarak hayatının kariyer yolunu çizmeye başlamıştı.  Ve üniversite eğitimi bitince de hocalarının da girişimiyle akademisyen olmaya karar vermişti. Ortadoğu toplumlarında baba figürünün politik psikolojideki karşılığı üzerine verdiği doktora teziyle de artık, Avusturya’daki bir Türkiye kökenli akademisyen olmuştu. Alan çalışmaları 10 yılı geçkin bir süre devam etti ve akademinin basamaklarını hızla tırmandı.

 Otoriter toplumlarda baba figürünün psikolojik etkileri ve siyasal sistemdeki karşılığı üzerine verdiği tezle de Avusturya’nın en genç profesörü olma unvanını kazandı.

Annesinin giydirdiği cübbesiyle, babasını andıl
ar törende. Birbirlerine sarıldılar ki, bu sarılma Güliz’in unuttuğu bir sarılma değildi. Çocukken dedesinden görmüştü bunu. Avrupa’nın hızla yükselen değerlerinden biri olan Güliz’di artık o. Prof.Dr. Güliz Serhat. 
Bir gün üniversitede dersi bitmiş, evine geçmeye hazırlanırken, Mercedes Benz Türkiye’den gelen maille bilgisayarın başında dona kaldı:

Değerli Prof.Dr. G. Serhat;
Bu maili size Bursa’dan yazıyorum. Hayatınızda nasıl bir yer tuttuğunu bildiğim bir şehirden. Mercedes Türkiye olarak, operasyonumuzu Bursa’ya kaydırdık. Personelimizin otomasyon eğitimlerini tamamlasak da 6 sigma metodu yaklaşımları çerçevesinde  personelimizin otoritenin kurduğu  psikolojik dirençlere karşı kendini revize etmesi alanında eğitime ve özellikle de yardımlarınıza ihtiyaç duymaktayız. Arzu ederseniz, Mayıs ayı içerisinde sizin uygun olacağınız bir tarihte eğitimde sizleri ağırlamak, yönlendirmelerinizi ve yaklaşımlarınızı birinci ağızdan dinlemek isteriz.
Babam sizin hayatınızı kurtarmıştı, şimdi siz binlerce çalışanımızın hayatını kurtarabilirsiniz.
Saygılarımla,
 Bastian Guertes.


Bilgisayar başında, koltukta ufalan kadın, Avusturya’nın en iyi davranışsal psikoloğu Güliz Serhat’tan başkası değildi. Yıllar önce kendisini Almanya’ya getiren Thomas Guertes’in oğlu, Mercedes Benz Türkiye’ye geçmiş, operasyon Bursa’ya kaydırılmış ve hayatını değiştiren adamın oğlu bir şekilde kendisine ulaşmayı başarmış yardım istiyordu. Hemen cevap verdi:


Saygıdeğer B. Guertes;
Mailinizi büyük bir minnetle okudum. Üzerime düşeni yapmaya hazırım. 14 Mayıs’ta  Bursa’da görüşmek dileğiyle
Sevgilerimle;
G. Serhat

Güliz’in içini büyük bir mutluluk kaplamıştı. Ağlıyordu. Babasını kaybetse de şimdi büyük bir minnet duygusuyla kalan görevini yerine getirmek istiyordu. 1 hafta sonra, yola çıkacaktı. Tüm işlerini ayarladı, gerekli izinler alındı. Ve Güliz Viyana İstanbul seferini yapan uçakla önce Sabiha Gökçen’e ardından da Bursa’ya geçecekti. Uçak 12 Mayıs gecesi İstanbul’a teker koydu. Havaalanında şirket yetkilileri, adını yazdıkları kartonlarla onu bekliyordu. Kartonda adını görür görmez durakladı. Adının yazdığı kartonu kaldıran gence yaklaşıp selam verdi. İstanbul’da kalmak istediğini söyleyip, Kadıköy’e geçtiler. Bir otelde gece boyu İstanbul’u dinledi Güliz. Şehrin ritmini, yokluğunu ve yok ettiklerini.

13 Mayıs’ta da Kadıköy sokaklarında kayboldu. Moda, Bahariye derken yıllar sonra geldiği şehrin kendi gizemini takip etti. 

14 Mayıs’ta ise önce Bahariye’de bir sergiye girdi. Sulu boya tabloların arasında zamanı durdurdu. Ardından Kadıköy’de keşfettiği bir mekanda, karanfilli sigarasını içti gerginliğini alması için katık ettiği ciniyle birlikte. Defterini çıkardı ve yarısı Almanca yarısı Türkçe aldığı notların arasında kayboldu.

Feribot saati gelince ayakları, Ağustos sıcağını tüm zerrelerine geçirmiş asfaltın üstünde karaca gibi akarken, gişeden geçti. Biletini okuttu, yerine geçti. 

İstanbul'un silüetini iki yanına dağıtan feribot, iskeleden ayrılırken çocukluğuna gitti birden. Babasının elinden tutarken, Bursa'dan İstanbul'a geçtiği feribotu düşündü, martıların bedava yolculuğunu, tostun içinde uzayıp giden peyniri, kocaman otobüslerin feribotta konserve kutusu gibi dizilişini, ve kaptan köşkünün önünde babasının Maltepe'sinin o burnundan gitmeyen kesif kokusunu. 

Feribot Mudanya’ya yanaştı. Fabrika yetkilileri ile buluştu. Kendisini karşılamaya gelen Bastian’a sımsıkı sarıldı. Birlikte fabrikaya geçtiler.
Eğitim saati gelinceye kadar, Bastian’ın odasında beklediler. Çocukluğundan unutamadığı tahanlı pide daha küçülmüş bir formuyla masadaydı. Kahvesini yudumlarken, çocuk iştahıyla yuttu.

Ardından seminere geçtiler.
Adı anons edilip kürsüye çıkınca ise Güliz bir süre sustu. Salonu izledi, elleri kararmış, tırnakları çekilmiş işçilerin arkada ayakta, beyaz yakalıların ise kolçaklı sandalyelere kurulduğunu görünce geçmi geldi aklına. Babasını görmeden büyümesi. Maltepe kokusu.
Cebindeki fotoğrafı çıkardı kürsüye koydu. Olay yeri ekiplerinin kaza sonrasında çektikleri ve kan olmuş mavi önlüğü, üniformasıydı bu. Parmağıyla dokundu. Ve salona döndü:


Ayaktaki işçiler,
Sizler bu fabrikanın bel kemiğisiniz. Lüften öne gelin, önde oturanlar lütfen sandalyelerden kalkın. Hepinizden bir çember kurmanızı rica edeceğim. Birbirinizin üstüne bastıkça ölmeye mahkumsunuz. O yüzden bir araya gelin.
Şunu düşünün: Kırık dişin arkada olunca, sorunun yok sanırsın çoğu zaman. Gülüşün sadece ön dişleri göstermekle sınırlı olur. Kahkahalarla gülme hakkından mahrumsundur o kadar, zaten böylesine gülecek kadar mutluysan da sende bir sorun vardır. 
Sadece yemek yerken dişinin eksikliğini yoğun bir şekilde, karnındaki şişkinlikten görürsün. Hazmedemezsin işte.
İnsanın hayatı da sindirim sisteminden farklı değildir hani. Hazmettiğin kadarsındır fazlası değil. Sizi zincire vuran, zihninizdeki düşüncelerden fazlası değil!

Yorumlar

Popüler Yayınlar