Afrika'da Vatansızlığın Sol Anahtarı
Sessizce büyüdüm ben.
Doğduğum gün, babam toprağa bir iğde fidanı dikmiş. Her hafta gidip bakardık birlikte, bir nevi ikiz kardeşim sayılırdı. Zamanla büyüdüm, o da büyüdü. Yağmuru kana kana içişini izlerken incecik dallarına sarılır, şemsiyemi gövdesine dayar, gövdesiyle arasına girip sarılırdım.
İğde kokusunu sevmedim ama ben. Hep ölümü hatırlattı bana. Önce dedem, sonra babam peşi sıra öldüler. Dedem kanserdi, zaten pek de sevmezdim. Babam da belli bir yaştan sonra dengesini kaybetti, düştü. Kafasının üstüne. Kalpten ölür diye bekliyorduk bypasstı anjiyoyudu üç yılımız geçti hastane köşelerinde. Ama kafasının üstüne düştü. Kaldırıma çarpınca, beyin kanaması geçirmiş. Bana haber verdiklerinde Botswana’daydım. Kaldırın dedim cenazeyi, beklemeyin. İlk uçak diye bir şey yoktu öyle atlayıp gelebileceğin. İlk uçak tam 8 gün sonraydı. Yani 7sine bile yetişemezdim. Ki yetişemedim. Öylece kalakaldım, yüzlerce Botswanalı çocuğun arasında. Dünya Sağlık Örgütü’nün çocuk programlarına bakan bir ofis için Dünyanın Geleceği İçin Sağlıklı Çocuk projesi ekibinde, sosyolog olarak çalışıyordum. İşim, çocukların temel ihtiyaçlara erişimlerini incelemek, katılımcı gözlem yapmak ve Tip 4 virüse bulaşmış çocuklar hakkında gözlemlerde bulunmaktı.
Tip 4 virüs…
Vücuda girişiyle ölüm arasında sadece 5 ay var. Bağışıklık sistemleri daha zayıf olduğu için çocuklarda yaygın. Bu zamana kadar dünya üzerinde Tip 4 virüsten dolayı ölen 9 milyon 222bin126 kişi var. Ve bunların sadece 11bin149 kişisi erişkin. Yani ortada, çocuklara yönelik bir soykırım yapılıyor. Hiçbir etnik kimlik, renk, memleket, din, vatan farketmeksizin. Milyonlarca çocuk, virüsü kaptıktan 5 ay sonra yok. Hastalık, su yoluyla bulaşıyor. İlk enfekte edenin Namibya’da çokça bulunan bir sivrisinek olduğu biliniyor. Temiz su erişimi olmayan çocuklar, bizzat annelerinin yönlendirmesiyle suyu içiyor, ve kaçınılmaz son. Bir annenin en zor tercihi: Çocuğun susuzluktan mı ölsün, hastalığı kapacağı neredeyse kesin olan sudan mı içsin? İçgüdüsel olarak tüm anneler, belki bir şey olmaz diye suyu veriyorlar çocuklarına. Su çeşmeden akan bir şey değil Botswana Ramotswa’da. Ülkenin güneydoğusunda güneş öyle bir yakıyor ki, Adana sıcağı, Ramotswa’nın yanında Ankara gibi. Ve hastalık bu bölgede çok daha hızlı yayılıyor. Tip3 virüsünün mutasyona uğraması sonucu ortaya çıkan Tip4, diş etine yerleşiyor. Ve yaklaşık 4 ay hiçbir belirti vermiyor. Çocukların dişleri çıkmaya başlayınca, ebeveynler bunu normal bir seyir olarak görüyor. Ama Tip4 çocuğun dişinin çıktığı yerden damlayan kanın diş etindeki boşluktan süzülmesiyle vücuda ilerliyor. Önce görme duyusu etkileniyor. Çocuk biliş evresini geçmiş 4-6 yaş arası tüm vakalarda yaptığımız ortak çalışmada çocuklara renkli kağıtlar gösteriyoruz, ve çocuklar bunları sadece iki renk olarak görüyorlar. Siyah- beyaz. Yani çocuğa yeşil bir kağıt gösterdiğimizde, turuncu bir kağıt gösterdiğimizde aynı yere koyuyorlar, mavi ve sarıyı aynı yere. Hastalığın başladığını sadece buradan anlayabiliyoruz şimdilik. Sonraki aşamada çocuklarda motor sisteminde kayıplar yaşanıyor. Beyin fonksiyonları felce uğruyor. Ve beslenme bozukluğu başlıyor. Tıpkı sıtmadaki gibi karınları şişiyor, ardından gelen evrede eklem kemikleri yerlerinden oynayarak deriye doğru baskı yapıyor. Ve son aşamada çocuk, kafasını kontrol edemiyor. Akciğerde hücre yıkımı başlıyor, ciğer sönüyor ve malum son. Milyonlarca çocuk bu şekilde ölüyor. Ve bunun yüzlercesini burada gördük.
Askerliğimi NATO Barış Gücü olarak ISAF komutasında Afganistan’da yaptım. O zaman da Kandehar’lı çocuklarda sarı humma görülüyordu. Birleşmiş Milletler devreye girdi, NATO askeri olduğumuz için hepimizi gönüllü yazmışlardı. Askerlikten sonra anladım ki, gönüllü değilmişiz o tezkereler hepimizin bir mikroba temas etme olasılığının yüksek olduğundan dolayı “ölüme yakın insan gücü” olarak değerlendirilmiş. Halbuki ben bir sosyologtum. Sadece Sosyolog! Afganistan’a giderken de, daha sonra Rawalpindi’de de, şimdi Botswana’da da. Çıkan verileri işleyen, analiz yapan, ama ölüme yakın insan gücü kategorisinde hayatını sonlandıracak olan bir adam. Lanet olsun sistem bizi ölüme gönderiyor ve bunu en aşağılık bir şekilde yapıyor: Yüzlerce çocuğun ölümünü izleyerek!
Babamın ölüm haberi geldiğinde, aşılama kampanyasının ortasındaydım. Histamanik bir serumun içine karıştırılan dopamin ve çeşitli kan sulandırmayı durdurucu ilaçlarla hastalığın seyri yavaşlatılmaya başlamıştı. İlk aşılıma yapılınca 3 ayda hayatını kaybedenlere karşın, bunu keşfetmekle birlikte yapılan aşılamalar sonucu süre 5 aya kadar çıkmıştı. O sürede biyologlar, kimyagerler, vatansız doktorlar, endokrinoloji uzmanları ve veri mühendisleri günlerce çalıştı ve buldukları tek şey 2 ay daha fazla yaşatmak.
Ekipte 47 kişi var. 2si enfekte oldu, gönderildiler. Muhtemelen onlar da öldü. Çünkü gidenlerle iletişim kurulması yasak. Cezası programdan çıkarılmaktan ibaret değil, bulunulan ülke hapishanesinde hastalık tamamen durduruluncaya kadar “karantina” altında tek kişilik hücreye alınıyor. Gönüllü geldiğiniz yerde zorunlu hapis cezası özetle. 1 kişi bu yüzden tutsak. Gabarone’de esir tutuluyor.
Aşılamanın yapıldığı sırada babamın haberini almıştım. Gitmem imkansızdı, çünkü ölüme en yakın kişilerden biriydim. Belki de ölmüştüm, birkaç ay sonra kesinleşecekti. Şimdilik durum, Felice’in gözleri gibi.
Felice’in doğduğunda yeni gelmiştik. Kayıt raporunu da ben yazmıştım. Enfekte değildi, 4 ayı geçtik ve en ufak bir belirti de göstermiyordu. Koca sahra çadırında kahkaha atan tek bebek. Felice’e bir takım elemanı gözlemcilik yapıyor. Ailesinin devamlı yanında. Çünkü tek sağlıklı 6 ay altı bebek Felice. Başka da yok, hepsi daha büyük. Çoğu da 4-6 yaş arası. Felice gülüyor, o gülünce biz de insan olduğumuzu hatırlıyoruz. Sanki Afrika’nın her yeri yağmur ormanına dönüyor da ferahlıyoruz.
Felice’i bırakamamıştım, babam ölmüştü neticede. Ama Felice babamdan önemliydi. Çünkü babam hastaların arasında bir sağlıklı değil, hastaların arasında bir hastadan fazlası değildi.
Küçüklüğümde diktiği İğde ağacını düşünmüştüm bir süre. Neden iğde diye durdum. Sonra öğrendim, kökü toprağa en çok tutunan ağaçtı. Babam belki de kökü toprağa karışsın istedi, bilemem. Hiç sormadım da. Zaten son zamanlarda pek de bir bağımız yoktu. Ailemi sevmediğimi düşünür, zaman geçirmediğimizden bahsederdi. Halbuki ben üç büyük virüsün tam göbeğinde kalmış, hastalanma olasılığı yüksek biriydim. Ailemin ölümüne sebebiyet verebilirdim. Bir tercih yaptım: Onları hayatta tutmak için, onlardan en uzağa git.
Hepsi bu.
Kendime ait bir hayatım olmadı hiç.
Süresi 1 yılı geçen hiçbir hayalim yoktu. Çünkü her seferinde 6 aylık bir kuluçka evresiyle karşılaştım. Geçersen yaşarsın, geçemezsen el fatiha!
Hiçbir hayalim de yoktu benim.
Şu iş biterse bunu yapacağım falanca yere gideceğim, kafamı dinleyeceğim. Hiç böyle sözler çıkmadı ağzımdan.
Ve kaldım,
Tanrı kadar yalnız,
Tanrı kadar çaresiz.
Botswana’da enfekte olmamıştım tüm çalışma ekibi aşırı dikkatliydi. Su stoğumuz olsa da biterse susuzluk ihtiyacını gidermek için düğmelerimizi koparıp emmemizin işe yarayacağını bir askeri tecrübe ile biliyorduk. Lanet olası NATO. Hem öldürmeye gönderiyor, hem de hayatta kalmak için her şeyi öğretiyordu.
Vefat haberini yetkililerle paylaşıp, son testimi yaptırmıştım. Bir şey yoktu. Buna dayanarak, aldığım bir haftalık izinle Türkiye’ye gelmiştim.
Kendimi mezarın başında buldum.
Dua etmedim, sadece İğde ağacını düşündüm.
Bir mezar başında mezar sahibiyle aklınıza gelen ilk anınız sizin için en kıymetli olandır.
İğde ağacındaki şemsiyeyle başbaşa kaldığım gün, uzaktan gelen babam geldi aklıma.
Koşa koşa.
Dallarına sarıldığım yerde yanıma gelip, şemsiyemi çekti başımdan.
-Neden aldın ıslanıyorum, dedim.
-O da ıslanıyor.
-Adaletsizlik bu, o bir ağaç ve suya ihtiyacı var!
-Senin de suya ihtiyacın var, Afrika’da her gün onlarca çocuk ölüyor susuzluktan. Tadını çıkar!
-Burası Afrika değil ama…
-Her çocuk, yüreğinde bir Afrika taşır, yağmurla yeşerirler sonra.

Yorumlar
Yorum Gönder